Buradasınız

Türk Psikoloji Öğrencileri Çalışma Grubu Röportajı

Türk Psikoloji Öğrencileri Çalışma Grubu Röportajı

Prof. Dr. Sirel Karakaş… Yayınlarınızla, ödüllerinizle, üyeliklerinizle, görevlerinizle kısacası bilimdeki serüveninizle adeta Zonguldak’tan çıkan bir gurur hikâyesisiniz. Sizi tanımaya kendi mottomuzla başlamak istiyoruz. Bulunduğunuz her yeri daha da geliştiren ve güzelleştiren bir insan olarak sizin için geliştirmek ve iz bırakmak insan hayatında ne kadar etkiye sahiptir?

 

Evrenin oluşumunu başlangıç alacak olursanız insanın ömrü bu zaman çizelgesinin içinde küçük bir nokta bile değil. Her birimizde farklı tezahür eden bu ömür sona erdiğinde, var olduğumuz kişiye dair geride hiçbir şey kalmıyor. Bütün bu başlangıç ve bitişleri düşündüğümüzde de asıl amacımızın sonu olan bu boş kubbeye güzel bir ses bırakabilmek olduğunu düşünüyorum. Bütün bu gerçekliği düşündüğümde de geride bir şeyler bırakabilmek benim önemli güdülerimden biri hâline geldi, bu sebeple ben geride muhakkak bir şeylerin bırakılması gerektiğini düşünüyorum. Bu yüzden de her zaman için şunu düşünmüşümdür: Ders vermek, bilimsel çalışmalarda bildiri sunmak çok önemli işler ama bunlar yeterli değil çünkü bunlar bir anlamda kuma yazılmış yazı. Zaman gelip de bütün bu dediklerimi süpürdüğünde yaptıklarınızdan geriye hiçbir şey kalmıyor. Dolayısıyla muhakkak bir ürün vermek, muhakkak bu ürünleri yazılı hâle getirmek lazım. Eylemlerimizi somutlaştırmamız lazım. Beni güdüleyen şeylerin başında her zaman için bu gelmiştir.

 

Bilimdeki serüveninize baktığımızda kuşkusuz ilk dikkatimizi çeken şey yaşadığınız zorluklar oluyor. Hacettepe Üniversitesi'nde Biyofizik Doktora Programına kabul ediliyorsunuz, ancak derecenizi alana kadar Psikoloji Bölümüne hiç gitmeme şartı ile. Psikoloji, zihin, bilişsel süreçler. Bunların değil araştırmalarda yer alması, konuşulması dahi neredeyse yasak olan, psikolojinin bilim kabul edilmediği, zihin üzerinde bilimsel çalışma yapılamayacağı yönünde olan zamanlarda bir psikolog olarak ne hissettiniz? Ne gibi sorunlarla karşılaştınız?

 

Ben o zamanki yıllarda da davranışı beyin temelinde inceleme arzusundaydım. Mezun olduğum dönemde Hacettepe Üniversitesi’nde Yüksek Hemşire Okulu yeni açılmıştı. Ben de Yüksek Hemşire Okulu’na girmiştim fakat çeşitli nedenlerle orada devam etmedim. Bunun sonrasında ODTÜ’de Psikoloji Bölümüne girdim. Aslında geçmişimdeki o noktada yani yüksek hemşire okuluna girdiğim dönemde bile fizyolojiyle olan yakın bağlantımı ortaya koymuştum. Doktora yapmayı düşündüğüm dönemde biyofizik enstitüsünün başkanı Prof. Dr. Erol Başar da fizikçiydi. Kendisi Nobel ödüllü mentörünün yönlendirmesi ile bir fizikçi olarak başlangıçta damar sistemi dinamiğini çalışmıştı. Bu sistem üzerinde çalışırken “Eğer damar sistemi bir dinamiğe göre çalışıyorsa; beyin de aynı dinamiğe uygun biçimde çalışamaz mı?” sorusu aklına geldi ve beyin üzerinde çalışmaya başladı. Sonrasında algılar ve duyumlar kediler üzerinde çalışılmaya başlandı. Bütün bu çalışmalarda psikolojinin bir bilim dalı olarak kabul edilmiyor oluşuna değinecek olursam; başlangıcı fizik olup, bunu fizyolojiye bağlayan, Nobel ödülü almış bilim insanlarının mentörlüğünü yapmış olduğu genç bir bilim kişisi Dr. Erol Başar Türkiye’ye geldiği zaman psikoloji lafını duymak dahi istemiyordu. Çünkü bahsetmiş olduğum az önceki dallar, fizik gibi, psikolojinin bir bilim olduğunu o dönemlerde kabul etmiyordu. Bu konuyla ilgili şöyle bir hikâyem var: Yeterlik sınavımdaki jüriye psikoloji bölümünden hocalar da davet edilmişti. Jürideki hocalardan biri de Prof. Doğan Cüceloğlu idi. Kendisi o dönemlerde yapmış olduğum araştırmaları da düşünerek bana, “Siz burada kediler üzerinden birtakım bulgular elde ediyorsunuz, peki bunların insan için geçerliği nedir, bu bulguları insana da genelleyebilir miyiz?” şeklinde bir soru yöneltmişti. Neticede kendisi de sınav sonucunda oy sahibi olacağı için, vereceğim cevap onun da istediği türden olmalıydı. Ben “Bu bir ölçüde genellenebilir, bir ölçüde genellenemez...” derken, Prof. Dr. Erol Başar elini kaldırıp “Hayır! Böyle bir şey yok. Genellenemez! Burada bahsedilenler ayrı, psikoloji ayrı.” minvalinde çok sert bir söylemde bulunmuştu. Bu konuşmalar sırasında ben de içimden “Eyvah!” diyordum, “Bu durum benim yeterlik sınav sonucumu kötü etkileyecek.” Ama neyse ki tüm bunlara rağmen kötü bir sonuçla karşılaşmadım.

 

Daha sonra ben de Psikoloji Bölümü’nde bir laboratuvar kurdum, bilişi çalışmaya başladım. Çoğu asistanlarım olan gençlerle, uzun yıllar boyunca birçok araştırma yaptık, yayınlar yaptık, bildiriler sunduk, kitaplar yazdık. Bu yaklaşımdan ve kaydettiğimiz ilerlemelerden “Psikoloji bilim değildir.” diye düşünenlerin çok da hoşlandıklarını söyleyemeyeceğim.

 

Ben laboratuvarı Hacettepe’de uzun yıllardır depo olarak düşünülen, yerin altında olan bir yerde kurmuştum, asistanlarım da aynı katta oturuyorlardı. Psikoloji Bölümü’nün büyük bir kısmı ise üst kattaydı. Diğerleri hiç bilmezlerdi, ben aşağıda ne yapıyorum, ne ile ilgileniyorum. Aslında bir nevi görmek, bilmek istemezlerdi. İşte bu da işin bir başka yönü. Bizim ülkemizde maalesef bir şeyler yapmaya çalışan, özellikle de yeni bir şeyler yapmaya çalışan kişiler olduğunda, “Bu kişi ne kadar güzel işler yapıyor, yapılan işi destekleyelim daha ileri gitmesini sağlayalım. Ürün sonuç olarak üniversitemize, ülkemize ait.” şeklinde düşünülmüyor. Bizim kültürümüzde ilk olarak farklı olanın farklılığı elinden alınmaya çalışılıyor, eldeki ürün var olanla uyumlu olsun isteniyor. Eğer bahsettiğim bu benzeşme sağlanamazsa da ikinci adım olarak görmezden geliniyor. Bu ülke bizim ülkemiz, ülkemizi en değerli yere koymak, onu en güzel seviyelere getirmek için uğraş verirken tepkilerin bu anlattıklarım gibi olması çok üzücü. O yüzden siz gençler olarak yaptığınız işlerde dışarıdan ödül beklemeyin, güdülerinizin kaynağı hiçbir zaman dışarıda olmasın, başkalarından gelmesin. Güdülerinizin kaynağı içsel olsun. Her zaman öncelikle kendinizi tatmin etmelisiniz, ne yapıyorsanız kendinizi geçmek için yapın. Bu yolda kimin ne dediği sizi üzmesin, sizi durduramasın, yolunuza engel çıkaramasın. Bu çok önemli bir anlayış, daima bunu bilerek bunun bilincinde olarak hareket etmeniz lazım.

 

Beynin elektrofizyojik bileşenleri konusunu ele alan psikofizyoloji bilimi ile bilişin beyin atıflı olarak ölçülmesinde kullanılan nöropsikolojik testleri ülkemizde ilk defa bir araya getiren kişilerdensiniz. Nöropsikoloji alanına sayısız yenilik kazandırmış biri olarak sizce bu bilinç ülkemizde şu an ne kadar yaygın ve yaygınlaştırmak için daha fazla neler yapılabilir? Ve aslında merak ettiğimiz diğer bir nokta, sizi birçok bilinmeyen alanı ile gizemli dünya hâline gelen Nöropsikoloji çalışmaya iten asıl güdü neydi?

 

Benim biyofizik bilgi temelim zaten vardı ama sekiz sene psikoloji ile alakalı hiçbir konunun gündeme getirilmediği bir ortamda olmuştum. Psikoloji bölümüne döndüğümde de pek çok şeyi unutmuştum. Beyin, daha önce de bahsettiğim gibi, benim ilgimi zaten çekiyordu. Biz de laboratuvarlar kurarak beyin üzerinde çalışmaya başladık. Beyin üzerinde çalışırken benim merak ettiğim konuların başında şu geliyordu: Bir fizyoloğun dikkat ya da bellek kelimeleriyle anlatmaya çalıştığı şey ile bir psikoloğun bu kelimeleri kullanırken anlatmak istediği aynı şey mi? İlgimi çeken, merak ettiğim bu konuyu çalışmak için ne yapmam gerektiğini düşündüm. Beyin üzerinde zaten çalışıyor ve kayıtlar alıyordum. Diğer tarafı, psikoloji tarafını da uygun şekilde kaydetmem gerekiyordu. Evet, o zamanlarda da dikkat, bellek gibi bilişsel süreçleri ölçen psikometrik araçlar vardı. Ancak benim istediğim, psikolojik temelli süreçleri beyin atıflı olarak ölçmekti. Bu ölçümü sağlayan şeyler de nöropsikolojik testlerdi. Ben bu testlerin, hastanelerin nöroloji bölümlerinde zaten kullanıldığını sanıyordum fakat durum benim düşündüğüm gibi değilmiş. Bu durumu da fark edince, yapılması gerekenin oldukça zor olacağını anladım. Testler bulsam dahi bunların standardizasyonu yoktu ve merak ettiğim konuları incelemek için standardizasyonu benim yapmam gerekiyordu. Bir TÜBİTAK projemiz desteklendiğinde, sürecin başında bunu yapmaya karar verdim. Çünkü laboratuvar için ısmarladığımız aletlerin gelişi, enstelasyonu ve testleri bir yıl alacaktı. Bu da boş bir yıl demekti. Aletler gelip tam işlemeye başlayıncaya kadarki süre içinde nöropsikolojik testlerin standardizasyonunu yapmaya karar verdim. BİLNOT Bataryası işte böyle bir yaklaşımın, bir olaylar dizisinin sonucudur. Buradaki çalışma hızımızı da vurgulamak isterim, ben kendime bu iş için bir yıl süre vermiştim ve gerçekten de Ocak ayı gibi başladığımız işimizi Kasım ayında bitirmiştik. Sekiz tane test ve her bir teste uygun olarak seçilmiş örneklemler üzerinde toplamda 2000 küsur uygulamayı müthiş bir hızla tamamlamıştık. İşte bütün bu çalışmalar daha sonra makalelere dönüştü, bu makaleler de daha sonra bir kitapta toplandı. Günümüzde bu testler uygulama alanlarında kullanılıyor. Araştırmalarda ise ölçme aracı olarak kullanılıyor. Araştırma-geliştirme çalışmalarını yaptığımız yeni testler de var. Nitekim üçüncü baskısı yapılan yetişkin BİLNOT kitabına, bu yeni testler de eklendi.

 

Sizce Nöropsikoloji nereye gidiyor? Size göre önümüzdeki yıllarda nöropsikolojinin kullanım alanları neler olacak?

Nöropsikoloji dediğimiz zaman Öget Öktem Tanör’ün adını anmamız gerekiyor çünkü kendisi bir psikolog olarak, tanılama yaparken nöropsikolojiyi de kullanmış olan ilk uzmandır. Nöropsikolojik testlerin standardizasyonunu yapmaya karar verdiğim zaman kendisiyle iletişime geçtim. Kendisini ziyaret ettiğimde bize çok yardımcı oldu. Eğitimlerin verilmesinden, bunlarda nelere dikkat edilmesi gerektiğine kadar birçok konuda bize destek oldu. BİLNOT projesiyle ilgilenmeye başladığımızda kendisiyle ayrıldık çünkü amaçlarımız farklıydı. Kendisinin amacı, işin araştırma kısmından ziyade nöropsikolojik testleri klinik ortamda kullanmaktı. Ben ise işin o kısmına yönelmemiştim: beni güdüleyen meraktı ve araştırma yapmaktı.

 

Önümüzdeki yıllarda nöropsikolojinin kullanım alanlarının neler olacağı konusuna da değinecek olursam... Psikometrik araçlarda olduğu gibi, nöropsikolojik testlerin sayısının da bizim yaptığımız anlamda çoğaltılması gerekiyor: Yani ya özgün test hazırlamalıyız ya da tam standardizasyon yapmalıyız. Ama bu süreç çoğunlukla yanlış gidiyor, terimler yanlış kullanıldığı için ortaya da yanlış işler ve bilgiler çıkıyor. Örnek: “Adaptation” terimi, standardizasyonunun ikinci aşamasıdır ve maddelerin, testin yeni kullanılacağı kültüre uygun hâle getirilmesini kapsar. Fakat nasıl olmuşsa adaptasyon, tam standardizasyon olarak anlaşılmıştır. Hâlbuki adaptasyon, çok aşamalı standardizasyon sürecinin basamaklarından sadece birisidir. Sonuçta yapılması gereken, az önce de belirttiğim gibi, ülkemize özgü olan ya da standardizasyonu yapılmış olan psikometrik ve nöropsikolojik testlerin sayısını çoğaltmaktır. Psikoloğun, insan gibi karmaşık bir canlıyı anlamada kullanacağı başlıca araç psikometrik ve nöropsikolojik testlerdir.

 

Araştırmalarınızın her birini onun konusunun gerektirdiği bilim alanlarından uzmanlarla yürütmeyi ilke olarak kabul etmiş bir insan olarak, ülkemizde şu an uzmanlık alanı dışında çalışan yine aynı şekilde birçok alanda uzmanlık almadan çalışan insanlar için neler düşünüyorsunuz? Sizce bu durumun altında yatan temel sebepler neler olabilir?

 

Bütün bunlar, herhangi bir temele dayanmadan yapılabilecek işler değiller. Bununla alakalı olarak da size bir anekdot anlatayım. Yıllar önce Hacettepe’de yemek yerken yanıma bir fizik mühendisi oturmuştu. Kendisiyle sohbet ederken benim psikolog olduğumu öğrenince “Biz de psikoloji üzerine çalışıyoruz.” demişti. “Ne yapıyorsunuz?” diye karşılık verdiğimde “Biz bellek için yapay sinir ağı oluşturuyoruz.” demişti. Yapay sinir ağı tarafı oldukça güzeldi fakat bellek tarafı ile ne demek istemişti bunu merak etmiştim. “Bellek nedir? Bellek dediğiniz zaman neyi kast ediyorsunuz?” diye sorduğumda ise “Neyi kast edeceğim, bir şey öğreniyorsun aklında kalıyor işte.” diyerek karşılık vermişti.

 

Başka bir örnek: Tıp fakültesindeki uzmanlar ve özelde psikiyatrlar, psikolojinin öneminin farkındaydı. Fakat psikolojiyi bilmek, öğrenmek için bir şeylerin okunması, yapılması gerektiğini pek düşünmüyorlardı. Şu an bile herkes psikolojiyi biliyor, herkesin bir bilgisi var, insan ilişkilerinde, çocuk gelişiminin nasıl olacağı konusunda ve daha birçok farklı alanda insanlar bu bilgiyi kullanıyor fakat kullanılan bu bilgi bilimsel temelli bir bilgi değil. İşin gerçeği, bir kişi çıkarak “Ben sosyal psikoloğum.” Dese, bu yasalar karşısında bir suç da değil, çünkü yasalarda bununla alakalı herhangi bir tanım yer almıyor. Bütün bu serbestlikler sebebiyle herkes psikolojiyle ilgili her istediğini yapabilir ve konuşabilir hâle geldi. İnsanlar terapi yapıyorlar, insan sağlığı ile ilgili işler yapıyorlar. Bilimsel temele dayanmayan olur olmadık araçlar kullanarak çeşitli kurumların personel politikalarını yönlendiriyorlar. İşlerin bu şekilde yürütülmesi doğru değil, hayatta her insan kendi bildiği şeyi yapmalı. Elbette herkes her konuda fikir yürütebilir, ben yürütebilirim bir başkası yürütebilir; fakat bunu eyleme dökerken yani kamuda, toplumda birtakım işler yaparken psikolojinin bilimsel bilgi ve tekniklerini kullanmamak birtakım zararlı sonuçlara yol açar.

 

Tıbbın başlıca etik prensibi nedir? “Önce zarar verme!” Ben avukatlık ya da doktorluk yapabiliyor muyum? Psikoloğun karşısında doktorlar, psikolojik danışma ve rehberlik uzmanları var. Bu gruba bir de yaşam koçları eklendi. Bahsettiklerim hep aynı pastayı paylaşan kişiler. Psikologların bütün bu farklı uzmanlık alanlarıyla başa çıkabilmesi için çok iyi, çok donanımlı yetişmesi gerekiyor.

Sorunuzda birçok farklı alanda çalışma yaptığımı belirtmiştiniz. Ben bu farklı alan çalışmalarının şart olduğunu düşünüyorum. Bilimler ve bilgi birikimleri öyle bir noktaya geldi ki gelişmek ve ilerlemek için herkesin kendi bölümünde kalarak bir şeyler ortaya koyması mümkün değil. Bu sebeple bizim psikolog olarak ilgili diğer bilim dallarıyla ilişki içinde bulunmamız gerekiyor. Yani çalışmalarımızı multidisipliner yaklaşım altında yapmamız gerekiyor. Bu şekilde çalışmanın da kuralları var elbette. Multidisipliner çalışmak için alanlar ve konular hakkında, o alanların uzmanlarıyla ilişki kurabilecek, aynı dili konuşabilecek kadar bilgi sahibi olmamız gerekiyor. Yani hem kendi işinizi bileceksiniz hem de ilişki içerisinde olduğunuz alanlar hakkında, o alanların uzmanlarıyla konuşabilecek kadar bilgi sahibi olacaksınız. Bunun için çok çalışacaksınız, diğer alanlardaki insanlarla ilişki içerisinde olacaksınız ve bu karşılıklı ilişki sürerken günün sonunda herkes kendi işini yapıyor olacak. Örneğin, kimse sinyal analizi hakkında bilgim var, yayınlarım var diye mühendislik ya da şizofreni hakkında bilgim var diye psikiyatristlik yapmayacak. Herkes diğerleriyle dinamik ve etik bir ilişki içerisinde olacak fakat bununla beraber aslen kendi işini yapması gerektiğini de unutmayacak. Bu çalışma şeklini de herkesle yapmanız pek mümkün olmuyor çünkü birçok insan çalışırken, her alanda var olmaya çalışarak, var olan sınırlarını koruyamıyor. Bu da yapılan işlerde kaosa ve gerginliklere sebep oluyor. Multidisipliner çalışabileceğiniz insan sayısı çok az. Yayın bazında baktığımızda (konuşma bazında değil zira, başta da belirttiğim gibi konuşmanın ve hatta bildiri sunmanın fazlaca bir anlamı yok), farklı alanlardan uzmanlarla en fazla sayıda çalışma yapmış olan psikoloğun kendim olduğunu zannediyorum.

 

Biraz önce de değindiğimiz gibi, sadece anlatmaktan ve öğretmekten ziyade bizzat yapmayı ve geliştirmeyi hedefleyen multidisipliner bir bakış açısıyla çalışıyorsunuz. Bu gerek araştırmalarınızda gerekse çıkardığınız yayınlarınızda belli olan bir gerçek. Peki bu kadar titiz bir şekilde elde ettiğiniz istatistik analizlerinde hiç öngöremediğiniz sonuçlar oldu mu?

 

Zaman içerisinde artık ne bekleyeceğinizi bildiğiniz için öngöremediğiniz örneklerin sayısı da giderek azalıyor. Ama size bu konuyla ilgili bir anımı anlatayım. BİLNOT Projesi puanları için norm tablolarını hazırlıyoruz. Alan yazınında norm değerleri genelde yaşa göre verilmekte. Bizimse üç demografik değişkenimiz var: yaş, eğitim ve cinsiyet. Yüzü aşkın BİLNOT puanında eğitimin en güçlü değişken olduğunu bulduk. Yaş ise eğitimden sonra geliyordu. Cinsiyet etkisinin çok düşük olduğunu görünce, norm değerlerini, tüm verileri cinsiyet üzerinde birleştirerek hesaplamaya karar verdik. Bir yandan da bulduğumuz sonuçların grafiklerini çizdiriyoruz. İncelemekte olduğumuz puanlarda yaş ve eğitim etkileri genellikle bizim öngördüğümüz gibi çıkmakta; ancak Çizgi Yönünü Belirleme Testine geldiğimizde işler değişti. Yaşlar boyunca eğriler bir yükseliyor bir düşüyordu. Görsel bu şekilde olunca, acaba hücrelerden birinde hata mı var diye düşündük. Böyle bir durumu önceden Wechsler Bellek Testinde yaşamıştık. Eğrilerin 35-40 yaştan sonra giderek düşmesini beklerken daha da arttığını görmüştük. Bu durumu çözmek için de hemen o hücreye bakmıştık, burada kimler var acaba diye. Baktığımızda görmüştük ki hücredeki kişilerin hepsi askeri tarih uzmanları. Tarih bilimiyle ilgilenen insanlar belleklerini yoğun şekilde kullanıyorlar ve onu sürekli olarak geliştiriyorlar. Bu sebeple puanlarının düşük çıkması zaten beklenemezdi. Çizgi yönü testinde de böyle bir durumun olabileceğini düşünmüştük ama durum böyle değildi. Biz de durumu açıklığa kavuşturabilmek adına, eldeki verileri bir de cinsiyete göre incelemeye karar verdik. Gördük ki bu artma ve azalmalar cinsiyet farklılığından kaynaklanıyor. Grafikte erkeğin puanları, beklediğimiz gibi, yaş ilerledikçe düşüyordu. Kadınınki ise önce erkeğinkinden daha düşük seyrediyor, ancak daha sonra puanlar artmaya başlıyordu. Biz de bu kırılmaların hangi zamanlara denk geldiğine baktık ve bunların 45-54 yaş aralığında olduğunu gördük. Bu zaman dilimi kadındaki menopoz dönemine denk geliyor. Östrojen hormonu görsel mekânsal belleği olumlu olarak etkileyen bir hormon değil. Menopoz döneminde kadında östrojen hormonu azalıyor bu sebeple de vücutta erkeklik hormonu görece daha fazla oluyor. Bu sebeple de kadınların görsel mekânsal belleği güçleniyor, yani puanlar yükseliyor. Ama yaş daha da ilerlediğinde, puanlar düşmeye başlıyor. Elde ettiğimiz bu veri dolayısıyla da Murat Kurt ve Belma Bekçi ile hormon replasman tedavisinin etkisini inceledik. O çalışma, bir SCI dergisinde yayımlanmıştı.

 

Gelelim bıraktığınız miraslardan bir diğerine… 2014 yılından bu yana sürdürülen çalışmalar sonucunda 1700’i aşkın terimiyle psikoloji bilimine ev sahipliği yapan Karakaş Psikoloji Sözlüğü… Bu mükemmel sonucun sürecinden bize bahsedebilir misiniz? Bu taşın altına elinizi koyduğunuz ilk anki ilhamınız neydi?

 

1981’de Atatürk’ün 100. yılı adına Hacettepe Üniversitesi’nin çeşitli birimlerinde de etkinlikler düzenlenip, toplantılar yapılmıştı. Ben o zaman doktorası olan bir öğretim görevlisiydim. Psikoloji Bölümü’nün bu önemli yıla katkısının bir psikolojiye giriş kitabı çevirmek olabileceğini düşünmüştüm; çünkü o tarihlerde Türkçe’ye çevrilmiş olan psikoloji kitabı sayısı yok denecek kadar azdı. “Hangi kitabı çevirelim?” dediğimizde de bölüm üyeleri çeşitli fikirler ortaya attı. Önerilen ve konuşulan kitapların birçoğu çevrilmesi oldukça uzun zaman alacak, kapsamlı eserlerdi. Seçilecek olan kitapta gerçekçi olmak gerekirdi. Burada şu noktaya da değinmek isterim ki: Benim hayattaki en önemli mottolarımdan biri şu olmuştur: “Mükemmel iyinin düşmanıdır.” Ben kendi kişisel koşullarım ve çevrenin koşulları altında elimden gelenin en iyisini yapmaya gayret ederim. Hiçbir zaman mükemmeli aramam. Bu ilke doğrultusunda yaptığım ısrarlar sonucu, çevrilecek kitap olarak C.T. Morgan’ınki seçildi. Kitabın bölümlerini kendi aramızda paylaştık, çevirileri yaparken terimler konusunda ortak bir dil oluşturmaya da ehemmiyet verdik çünkü yaptığımız çevirilerde herkes terimleri aynı şekilde kullanmalıydı. Terim tutarlığı sağlamak için aylarca süren toplantılar yaptık, terimleri tartışıp Türkçe karşılıkları konusunda ortak bir karara vardık. Bütün bu hazırlıklar sonrasında da çeviri işine başladık. O sıralarda bilgisayarlar hayatımızda değildi. Bu çalışmayı samanlı kağıda basılmış olarak Boğaziçi’nde yapılan bir psikoloji kongresine götürmüştüm. İşte ilk terim çalışması böyle başladı. Bundan sonra da, basılan bütün kitaplarımın arkasına, kitapta kullandığım terimlerin karşılıklarını gösteren bir bölüm koydum.

 

Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi’nde görev yaparken psikoloji terimlerinin Türkçe karşılığının bilinmemesinin yol açtığı sıkıntıları yakinen gördüm. Öğrenciler, “Eğitim dili İngilizce olduğu için biz terimlerin İngilizcesini biliyoruz. Bilgilerimizle alana çıkıp insanlarla bir şeyler paylaşıyoruz fakat kimse bizi anlayamıyor, bununla beraber biz de bizimle paylaşılan bilgileri anlayamıyoruz.” demişlerdi. Ben de bu tablo karşısında bir şeylerin yapılması gerektiğini düşünmüştüm çünkü aynı durum başka üniversitelerde de yaşanıyordu. Prof. Dr. Sirel Karakaş Psikoloji Sözlüğü hazırlığına, işte bu soruna çözüm getirebilmek adına başlandı. Her girişim ve etkinlikte hedef kitlenin doğru bir şekilde tanımlanması çok önemli. Sözlük etkinliğinin hedef kitlesi psikoloji bölümlerinin öğrencileridir.

 

Süreç nasıl işledi? İlk olarak hedef kitlem gibi topluluklar için hazırlanan İngilizce sözlüklerin kapsamını inceledim. Peki ilk adım ne olacaktı? Bu ilk adım A harfiyle başlayan terimlerle başlamak olamazdı. Böyle bir yaklaşım, hevesi azaltır hatta yok edebilirdi. Bir süre sonra “Hala B’deyim. Bir türlü C’ye geçemiyorum.” filan demeye başlardınız. Ben de, psikolojinin tüm alt dallarında kullanılan genel terimlerle (tabii ki bunların zorunlu olarak gerektirdiği diğer terimlerle) başlamaya karar verdim. Sonra da kendi uzmanlık alanımın yani nöropsikoloji ve nörobilim terimlerine geçtim. Peki şu an neredeyim? Sözlüğe genel terimlerin yanında nöropsikoloji ve istatistik terimleri eklendi. Nörobilim terimlerinin sisteme girilme süreci devam ediyor. Sosyal psikoloji terimleri hazırlandı. Şimdi bu terimler birçok yönden incelenecek, diğer terimlerle ilişkilendirilecek, gereken düzeltme ve düzenlemeler yapılacak. Bu süreçler tamamlandığında, sosyal psikoloji terimleri de sözlüğe girilmeye başlanacak. Şu anda bir taraftan da psikoloji terimlerini hazırlanmakta. Ancak bu sözlük işi çok çetin ve korkunç zaman alıyor. Ama oluyor ve sonuçta ortaya yararlı ve güzel bir çalışma çıkıyor.

 

Sözlüğün bir internet sitesine sahip olma hikâyesine gelecek olursam da, benim internet sayfamın tasarımlarını yapan bir arkadaşımız “Hocam biz bunu internette yapalım.” dedi. İçinde bulunduğumuz çağda birçok bilgiye internet üzerinden ulaşıyoruz. Bu sebeple işe internetle başlamaya, zaman ilerleyip her şey yerine oturduğunda sözlüğü kitap hâline getirmeye karar verdim. Evet, bilgiye internet üzerinden ulaşıyoruz ancak bunu daha çok akıllı telefonlarımızla yapıyoruz. Bu nedenle, sözlüğün akıllı telefonlara indirilmesi için gerekli uygulamaları hazırlattım. Sözlük artık akıllı telefonlara indiriliyor. Yani kelimeler artık cebinizde. Bence bu sözlük her şeyiyle oldukça önemli bir çalışma oldu, onun onlarca yıl varlığını koruyacağını düşünüyorum. Bu sözlük öğrencilere benim hediyem.

 

Peki birçok soru işaretine cevap olacak olan bu Karakaş Psikoloji Sözlüğü’ne baktığımızda bu o hâlde bitmiş bir şey değil sürekli devam edecek bir şey öyle mi?

 

Evet, kesinlikle. Öğrenciler bana “Hocam, ben şu terimi aradım, bulamadım.” şeklinde cümlelerle geliyorlar. Fakat ben bu projenin henüz bitmemiş olduğunu sitenin “Hakkında” bölümünde açıklamıştım. Her alan bitsin öyle açalım, şeklinde hareket etmek istemedim. O şekilde hareket etseydim sözlük hiçbir zaman var olamazdı. Sözlüğün gelişmesi için biraz sabırlı olmaya ihtiyaç var. Örneğin nörobilim alanında çalışan birçok kişi sanıyorum ki sözlükte aradığını kolayca bulabiliyordur. Şu an sosyal psikoloji alanındaki terimler kontrol aşamasında, klinik psikoloji terimleri ise hazırlanıyor. Ancak bütün bunlardan, sözlükte, örneğin klinik psikoloji ya da gelişim psikoloji terimlerinin olmadığı da anlaşılmamalı. İlk girilen genel terimlerde bu alanların terimleri de var. Bu terimler, nöropsikoloji ve nörobilim terimleri arasında da var.

 

Yaptığınız çalışmalar ve oluşturduğunuz sözlüklerden de açıkça görüleceği gibi Türk Dili hakkında aşırı özverili olan bir psikolog olarak Türkçe eserlerin Dünya Literatüründeki durumunu nasıl yorumlarsınız?

 

Bir bilim dalının bir ülkeye mal edilmesi için o dilde yazmak, konuşmak çok önemli. Baktığımızda Türkçe maalesef çok zengin bir dil değil. Aradığınız çoğu kelimeyi bulamıyorsunuz. Bunun sonucunda da hibrit kelimeler ortaya çıkmaya başlıyor. “Condition” kelimesini alıyor, Fransızca olarak okuyor ve “Kondisyon” olarak Türkçe’ye katıyoruz. Bütün bunları düşündüğümüzde durum kuşkusuz çok parlak değil ama hiçbir şeyin yapılmıyor olduğunu da söyleyemeyiz. Türkiye’de öyle dergiler yayınlanıyor ki bunlar SSCI kapsamına giriyor örnek verecek olursam Türk Psikiyatri Dergisi, Türk Nöropsikiyatri Arşivi ve Türk Radyoloji Dergisi’ni söyleyebilirim.

 

Dilimizin kendi literatürü içinde bile sıkıntısı varken dünya literatüründeki yeri ne yazık ki parlak değil. Türkçe ile ilgili bir şeyler yapılmalı. Kendi içinde de sorunları olan dilimiz için rol model olunmalı ve ne yapılması gerektiği söylenmeli. Bütün bunlar için de insanlara yol gösterecek olan kişilerin başında akademisyenler geliyor. Size bu durumla alakalı da bir anımı anlatayım. Kalbimi oldukça acıtan bir konuşmayı içeriyor bu anı. Alanında epey uzman ve çok değer verdiğim bir akademisyen bana “Türkçe hiçbir şey yazmam. Ben yurt dışına yazarım. Türkçe yazılan her şeyi boşa geçirilmiş zaman olarak görüyorum.” demişti. Neticede ben de Türkçe yazmasaydım çalışmalarıma yapılan atıf sayısı şu an olduğu gibi beş binin üzerinde değil çok daha fazla olacaktı. Fakat ben başından beri Türkçe eserler vermenin önemini gördüm. Türkçe makaleler yazdım, kitaplar yazdım ve şimdi de bir sözlük hazırlıyorum. Bunlar için pişman olmadım, bilakis bütün bunları yapmanın gurunu yaşadım.

 

Peki biraz kişisel bir soruyla devam edelim. Bazen hatalarımıza çok üzülüyoruz fakat aslında hatalarımız olmasa eksik olduğumuz ya da geliştirmemiz gereken yönleri göremeyeceğiz. Bu bağlamda sizin hata olarak gördüğünüz ya da keşke dediğiniz olaylar var mıdır?

 

Var. Fakat “Bugün olsa yine aynı şekilde davranırım.” dediğim çok şey de var. Yaptığım işler karşısında gösterdiğim tutumum ya da farklı bir şeyler ortaya koymaya çalışırken aynılığı isteyenlere karşı direnişim belki birçok kişi tarafından geçmişte hata olarak algılanmıştır. Kısacası neye hata dediğiniz nerde durduğunuza, ne istediğinize ya da ne şekilde ilerlediğinize göre de değişebilen bir şey. Bunlar dışında sizin de belirtmiş olduğunuz gibi, insan hatalarından ders alır. “Hata öldürmezse güçlendirir.” sözünü çoğumuz biliriz. Hata yapmaktan korkmamak lazım. Ütüye dokunmaması konusunda uyardığınızda, çocuk umursamayabilir. Ancak ne zaman ki elini ütüye dokundurur ve eli yanar, o zaman bu davranışı yapmaması gerektiğini anlar. İşin özünde, hepimiz bir yerde hata yaparak öğreniyoruz.

 

Belki de sizin her şeyi başarmanızın arkasındaki sır burada gizlidir. Hata yapmaktan korkmadan bir işe başlıyorsunuz. Onun eksilerini de artılarını da göze alarak başlıyorsunuz ve sizin deyiminizle günün sonunda elinizde bol miktarda artı kalıyor olabilir mi?

 

Aynen böyle oluyor. Yeni bir problem karşısında kullanılabilecek stratejileri düşünüyorum, problemlere ve çözümlerimin sonuçlarına yönelik kafamda kurmuş olduğum bir ilişki oluyor, olası riskleri düşünüyorum. Yaşam içinde bunları çokça yaşadığımdan, bu konuda birikmiş deneyimlerim var. Bu deneyimler kültür ve alt kültürlerimin özellikleriyle, diğer deneyimlerimle, duygu ve düşüncelerimle yoğruluyor ve sonuçta ortaya bir karar çıkıyor. Yani bir noktadan sonra kararlar neredeyse otomatikmiş gibi veriliyor. Tıpkı merdiven inip çıkarken hareketlerinizin otomatik olması gibi.

 

Her şeyin başında düşüncelerinizin size ait olması çok önemli. Örneğin, bir partiye oy verme sürecinizi düşünün. Bir kararı verirken birçok yönden düşünüyorsunuz, durumun birçok yanını tartıyorsunuz ve değerlendiriyorsunuz. Yaşanmışlıklarınız ve olduğunuz insan olarak bir karara varıyorsunuz. Bir süre sonra sizin için önemli olan biri geliyor ve size bir şeyler anlatıyor. Bu konuşma sonucunda da en başta verdiğiniz kararı aniden değiştiriyorsunuz. Bunu yapmamaya çalışın çünkü sizi oluşturan o muazzam deneyimler kümesi, ilk önce verdiğiniz kararı şekillendirdi, diğeri yalnızca dışarıdan bir tek etki, bunu unutmayın.

 

Peki son bir soruyla genel olarak toparlayalım dilerseniz. Bütün bu psikoloji alanını düşünecek olursak bu konuda çalışmak isteyen gençlere ne gibi tavsiyeler verirsiniz? Nasıl iyi bir psikolog olabiliriz?

 

İlk olarak psikolojinin çok önemli bir alan olduğunun bilincinde olunmalı. Psikoloji içinde en fazla payı alan kısım ise klinik psikoloji alanı. Bu alanın uzmanları insan sağlığına doğrudan elini uzatıyor, kişinin hayatına, kişi için çok önemli ve hassas olan noktalara dokunuyor. Bütün bunlar çok ağır bir yükümlülük; üst düzey sorumluluk anlayışını, etik ilkelere tam uymayı gerektiriyor. Hazır olmak, öğrenmek için çabalamak, her daim kendine yeni bilgiler katmak adına uğraş verip çalışmak çok önemli. Bir kısım öğrenciler için bu gibi konular önemli değil: Derslere gelmiyorlar, dersin sorumluluklarını yerine getirmiyorlar. Bu davranış şekli doğru değil. Bu bir meslek, tüm hayatınıza yayılacak olan bir şey. Günümüzün en güzel ve verimli saatlerini eşinizle, çocuklarınızla, arkadaşlarınızla ya da sizin için değerli olan, anlamlı olan kişi ya da ortamlarda geçirmiyorsunuz, zamanınızı işinizde geçiyorsunuz. Siz eğer işinizi severek yapmazsanız, yaşadığınız her an size eziyet gibi gelir. Böyle hisler altında olan bir kişi çoğunlukla mesleğinizde kendisini geliştiremediğini de fark etmez. Bu sebeple, işinizi sevmelisiniz ve onu her daim amatör bir ruhla, her daim öğrenmeye açık bir şekilde yapmalısınız. İşinizin ciddiyetini kavramalı, mesleğinizi etik standartlar uyarınca, sağlam bilgi ve güvenilir teknikler kullanarak uygulamalısınız. Günün sonunda, “Ülkeme ne kattım, ne kazandırabildim?” sorularına verdiğiniz cevap sizi, her şeyden önce sizi, kişisel olarak sizi tatmin etmeli.

 

Tarihimize baktığımızda, Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliği ve ona inanan birçok insanla beraber bu ülke yoktan var edildi. Birçoklarının olmayacak dediği, inanmadığı şeyler başarıldı. Her daim daha da geliştirmemiz ve ilerletmemiz için bizlere emanet edilmiş olan bu ülkeye sahip çıkmak bizim görevimiz. Bize ait olan yer burası, başka ülkelerde ise bir yabancıyız. Bu ülkenin nasıl bir yer olacağı, yaşanabilirliği tamamen bizlere; her birimizin bunun için yaptıklarımıza bağlı. Ülkesini seven bireyler olarak mesleğimizi “ülkemizi muasır medeniyetler seviyesine” ulaştırmada kullanmalı, bu yolda azami gayreti sarf etmelidir.

 

Son olarak baştan beri açıkça ya da ve satır aralarında belirttiğim birkaç konuyu vurgulamak isterim. Öncelikle yaptığınız her işte güdünüz içsel olmalı, ödüllerinizi içinizde aramalısınız, dış kaynaklardan ödül beklememelisiniz. Her işi, elinizden gelenin en iyisini yaparak tamamlamalısınız. Hiçbir zaman mükemmeli aramamalısınız. Çünkü mükemmel iyinin düşmanıdır. İyinin gerçekleşmesini önler, sonuçta hiçbir şeyin yapılmamasına yol açar. Hiçbir şey yapmamanın tatlı rehavetini sevenlerden ya da bundan müthiş pişmanlık duyarak savunma mekanizmaları ile bu pişmanlığın travmatik etkilerinden kurtulmaya çalışanlardan olmayın. Ülkemizin bekası, ülkemizin kuruluş ülküleri ve insanlığımız bu tür davranışlarla uyumlu değildir.